La Pianiste

    



    La pianiste filmini izledim. Çok çarpıcıydı. Rahatsız edici ama çok iyi işlenmiş bir estetiği vardı. Sanat budur işte. "Güzel Sanatlar" bölümlerinde sanata bu sıfatı uygun gören cürretkar densiz kimdir acaba? Sanatı "güzel"e indirgeyemeyiz. Sanat karanlık ve acı olana da kapılarını açmalı. Sanat hoş vakit geçirme aracı değildir. Hayatın kendisi çoğu zaman çirkin, anlamsız ve trajik iken sanat "güzel" olmaya utanmalıdır bile. 



    Hayatı boyunca annesi ve diğer şartlar tarafından arzularını bastıran bir kadının patolojik bir seviyeye evrilmiş cinsel eğilimlerini izledim. Annesinin sevgisi gerçek ama bencil bir sevgidir. Evladını kendisine bağımlı kılmak için sevmektedir. Karşılığında da evladının potansiyelinin feda edildiğinin farkında bile değildir. "Anne ve oğulun aralarındaki gizli komploya ve birbirlerinin hayatlarına ihanet etmelerinde nasıl yardımlaştıklarına bir bakın" der ve "yutan anne" olarak özetler bu durumu Jung. 

    Erika senelerce içinde büyüyen duygusal açlığını, kibri ve dışardan sert duran tavırlarıyla bastırmış. Halbuki iç dünyasında son derece aşağılık ve aciz biri olduğunu bilincinde. Zaten bu kahrolası sefil varoluşla ancak yüce bir kibir sayesinde başa çıkarız. Öyle değil mi?

    Erika kaybedilmiş zamanı biriktiren bir insan. Bu birikim zaman ile nefrete dönüşüyor ama nefret yalnızca başkalarına değil kendisine de yöneliyor. 



   Erika hayatın ona sunduğu bir çok şeyi yaşayamadığının ve kaçırdığının bilincindeydi. Kalbi hüzün ve nefret ile doldu bu yüzden. Ve zaman içerisinde bunu bir kimlik olarak benimsedi. Kurtulmak istemesinin yanı sıra kim olduğunu da geriye dönük bir şekilde silip atmak istemiyordu.




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Notlar: Bir Zamanlar Sevdiklerim

Notlar: Soliptik Enaniyet

An