Tanrı'nın ve Peygamberin Felsefi Perspektiften Gerekliliği

Varoluşun, varlığın sonu başı olmadığını düşüncesi anlamakta güçlük çektiğim bir durum . Maddenin zaten hep var olduğunu kaotik bir evrende uygun koşulların rastgelelik içerisinde bir araya geldiğini insanında böylece hayat bulduğunu düşüncesi revaçta. Kendini allame-i cihan zenneden ateistlerin bu tür kanılara varabilmek için hiç bir meselede mahir olmalarına hacet yoktur zira ana akım medyada pompalanan propaganda bu yöndedir. İslam gibi devasa ve tutarlı bir dünya tasavvurunu bir kenara atıp yerine hiç bir şeyin koyulmadığı bilim insanlarının güncel görüşlerine ve Darwinist tasavvurların bilimsel anlamda değerlendirilemeyecek yargılarına iman etmenin adı ateizmdir. Ateizm ve diğer beşer mamülü izm'ler dini vasıflar taşırlar lakin burada tanrılaştırılan insanın sınırlı aklı ve zekasıdır.

Yüce Allah kâinatı yoktan yaratmış ve sürekli olarak genişletip bugünkü haline getirmiştir.

 (krş. Zâriyât, 51/47)

Kıyamet gününde yine sonsuz kudretiyle onu dürerek önceki haline getirecek; sonra da âhiret hayatına, o âlem için planladığı şartlara uygun yeni bir âlem gerçekleştirecektir.

 (bk. İbrâhîm, 14/48)

Kuran'da evrenin genişlediğini, başı ve sonu olduğunu söylenmiş. Günümüzde en çok itibar edilen geçerliliğini koruyan Big Bang de bir başlangıcı olduğuna işaret ediyor. Entropinin sürekli artış göstermesi yani termodinamiğin 2. yasasının da diktesi üzere genişlediği ve nihayetinde son bulacağını da günümüzün bilimsel kabulleriyle söyleyebiliyoruz. Hadi Hz Muhammed'in bunu nerden bildiği sorusunu bir kenara koyarak söylüyorum. Bu bilgiler ışığında varoluşu mevcut kılacak bir etken olma zorunluluğundan bahsedebiliriz. Biz buna tanrı diyoruz. Bu teori insanları yaratılışa götürdüğü için bilim insanları bu teorinin alternatiflerini üretmeye çalışmışlar. Zayıf evren teorisi, güçlü evren teorisi, çoklu evren teorisi gibi. Stephan Hawking zamanın kısa tarihi adlı kitabında bu teorileri  anlatıp, tenkit ediyor ve hala en tatminkar teori olarak Big Bang'i savunuyor. Bunlar içeriği itibariyle zaten teoriden öteye gidemeyecek sayılı delillerle tüme vararak oluşturulan önermeler. Daha öncesinde Big Bang'in başlangıcını bilimin bir konusu olarak kabul etmeyen ve bu sorudan sürekli kaçan bilim insanları günümüzde Kara Deliklerin muğlaklığı üzerinden daha önce hiç gözlemleyemedikleri sonsuz evrenlerin olduğu kanaatine tümden gelimci bilim dışı bir yaklaşımla varmaktalar. Ne kadar kaçılsa da en kapsayıcı ve tutarlı varoluş cevabı Tanrı konseptidir.

Öte yandan bir insanın bile istiye her şeyin kaos içinde kendiliğinden meydana geldiğine ve bir anlam ihtiva etmediğine kani olmasını anlamak hakikatten güçtür. Dünya kendisi için yaşanılacak bir şey değildir. Acıya hassasiyet çok yüksektir. Schopenhauer'un kıssasını örnek verecek olursak: bir köstebek gün ışığı görmeden 20 yıl boyunca toprağı eşeler ve nihayetinde yaşamını yitirir. Bu uğruna yaşanılacak, yaşanmaya gayret edilecek, yaşamaya değecek bir hayatmış gibi geliyor mu? Sağduyusu olan hiç kimsenin kabul edebileceğini düşünmüyorum. Acıya hassasiyet mevzusunda bütün organların gerekli görevlerini yerine getirdiği müddette bile ayağa batan bir taş kişiye bütün günü zehir edebilir. Böyle bir dünya tasavvurunu kişi yalnızca kendi mental sağlığı için kabul edip bunu içselleştirebilir mi? Tanrı'ya ve bir amaca inanmamak  insanın kendi iç dünyasında bir hercümerç ve yıkım yaratacağından en başta şahsi faydacılık açısından irrasyonel bir hadisedir. Anlamsızlığın bünyede yarattığı acı ve açlık, yaratılıştan kişiye bahşedilen fıtratın aksine amel etmek ve fıtrata rağmen yaşamak dışında ne ile açıklanabilir?

Şimdi tanrı kabul edilse dahi peygamberin neden zaruri olduğu meselesine gelelim. Önceki paragrafta değindiğim gibi Tanrının evreni ve insanı yaratıp kendi haline bırakması hem tanrı tasavvuruna terstir hem de öyle bir tanrının insan için bir bağlayıcılığı yoktur. O da kişiyi tekrardan nihilizme götürür. Eğer hiçbir şey bir anlam ve amaç üzere değilse, kişinin gündelik hayatını sanki anlam varmış gibi yaşaması kendisiyle sürekli bir çelişkide olması demektir. Ne bir şeyin iyi ya da kötü olduğunu addedebilir ne de şuan bu yazıyı okuyor olabilir çünkü kişi için bir anlam ifade etmemiş olması gerekir. Ama insanlar bir tanrıya inanmazken aynı zamanda bir şeylere anlam yüklüyor bazı şeylerin iyi bazılarının kötü olduğunu ileriye sürüyor. Felsefe tarihinde Kant iyi nedir sorusuna eylemi iyi kılan niyettir cevabını veriyor. Bir diğeri bunun kişinin kendisine fayda sağlaması gerektirdiğini söylüyor. Bir diğeri topluma fayda sağlaması gerektiğini söylüyor. Bunların bütününe nereden böyle bir kanıya vardın dendiğinde, ilmimden ve hayatta yapmış olduğum fikri yolculuktan cevabını alınabilir. Bu hükümler kişilere bağlı şahsi hükümlerdir yani subjektiftir. Eğer ahlak subjektifse bu onun hiç olmadığına işaret eder. Ve bir kişinin subjektif ahlaki değerleri bir diğerini bağlamaz. Bu neyin iyi neyin kötü olduğu sorusunu cevapsız bırakmaktır. Bir nihilist-agnostik-ateist-deist asla bir şeyin iyi kötü veya ahlaki olduğuna hükmedemez. Tartışılmaz bir ahlak (iyi kötü algısı) için bütün evrendeki bilgilerin bilinmesi ve bu bilgilerin aracılığıyla hükümlerin verilmesi gerekir ki bu bütün insanlar için bir bağlayıcılık teşkil etsin. İşte tam da bu sebep Tanrının ve Peygamberin varlığını zorunlu kılar. Tanrı bilinç bahşettiği canlılara yol göstermesi için bir elçi seçmesinin mantığa aykırı bir yönü yoktur.

Din afyondur gibi aforizmaları ortaya atan insanların din diyerek reddiye dizdiği şey Hristiyanlıktır. İnsanın madde ve ruh arasındaki dengeyi muhafaza etmesi gerekir. Batıdaki düşünürler bu dengenin madde aleyhine kayıp edildiği ve bunun neticesi olarak 1500 yıllık karanlık çağ ve kilise istibdadına maruz kaldıkları için dine ama aslında hristiyanlığa öfke doludur. Protestanlıktan sonra ateizmin yükselişiyle madde ruh dengesi bu sefer ruhun aleyhine kaybedildiği için tarih Hitler, Stalin gibi fenomenleri sahneye sürmüştür. Hitler aryan ırkının üstünlüğünü Darwinist metinlerden argüman getirerek, ırkçılığını toplumları konsolide edecek bir doktrin haline getirmişti. İnsan dediğin kendi yaptığı her şeyi meşrulaştıracak argümanı yaratır. Tanrı ve din yoksa hiç bir sınır da olmayacağı için sınırı aşanında bir sınırı olmaz. Sapkınlığa rahatlıkla götürür ve bunun meşruluğuna  da rahatlıkla inandırabilir.

Hz Muhammed'in (S.a.v) neden hak peygamber olduğu hususunda nübüvvetin (peygamberliğin) ispatı üzerine kaynaklar incelenmelidir. Tarihteki herhangi bir karakter üzerine konuşabilmek için bile nispeten etraflıca bir okuma yapılmalıdır ama ne yazık ki mesele tüm Dünya'yı hala etkisi altında almış; tarihi, fıkhi, tefsiri, kelami, hadisi, tasavvufi prensipleri olan bir bütün olarak dünya tasavvuru inşa eden 1400 yıldır ayakta kalmış İslam'a gelindiğinde yüzeysel bir yaklaşımla cımbızla çekilen bir rivayete istinaden bütün doktrin reddedilebiliyor ve dahi kaba hükümlerini kendi içlerinde sorgulamadan meseleyi anlama çabası bile sarf edilmiyor. Unutulmamalıdır ki İslam Dünya'sı 1400 yıl içinde sizin sormuş olduğunuz ve olabileceğiniz soruların katmerlileriyle karşılaşmış bunlara cevap verebilmiş ve ayakta kalabilmiştir. Bu cevapların ne olduğuna da ilgi gösterilip çapraz bir okuma yapılmalıdır. Bu meselenin bu kadar karışık olmaması gerektiğini düşünen insanlar için kişi A1 seviyesi ile de iman edebilir ama şüpheye düşüldüğünde mesele üzerinde derinleşmesi gerekmektedir. Kimse gündelik hayatını öylesine yaşarken Şey'lerin hakikatine ve hikmetlerine hakim olması beklenemez. Çok zeki olunsa dahi zekanın insanı tek başına ihya edebilecek bir muhtevası yoktur. Bir şeyleri anlamak zeka meselesi iken anlama gayretini sarf etmek ahlakın bir meselesidir. Ahlaki bir çaba olmaksızın şahsiyet ve tasavvur inşa etmek mümkün değildir.

Selametle...



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Notlar: Bir Zamanlar Sevdiklerim

Notlar: Soliptik Enaniyet

An